TAP Psychopharmacology Bulletin 2025-09

TAP Psikofarmakoloji Bülteni - Yeni Ufuklar / Ekim 2025

Psikiyatri alanında çalışan klinisyenler ve araştırmacılara yönelik hazırlanmıştır.

Bulletin Subscription

Be the first to know when new issues are published! Apply now for free subscription.

Subscribe

Free • Cancel anytime you want

Sayfa 1

Haberler

Brilaroxazine: Düşük Yan Etki Profiliyle Yeni Bir Antipsikotik

Aripriprazol ile başlayan parsiyel D2 blokör/agonist özellikleri ile öne çıkan 3. Kuşak antipsikotiklerin en yeni üyesi brilaroxazine; kendinden önceki diğer ilaçlara göre daha düşük oranlarda görülen yan etkileri ile dikkat çekmektedir. Yine kendinden önceki 3. Kuşak antipsikotikler gibi dopamin, serotonin, noradrenalin ve histamin reseptörleri üzerinde geniş bir etki profiline sahip olup, hem pozitif hem negatif semptomlar üzerinde terapötik potansiyel göstermektedir. Brilaroxazine D2, D3 ve D4 reseptörlerine yüksek afinite ile parsiyel agonist olarak bağlanarak pozitif belirtilerin tedavisinde etki gösterirken prolaktin artışı ve ekstrapiramidal yan etkiler açısından avantajlı bir profil sunar. Serotonin reseptörlerinde ise 5- HT1A'ya parsiyel agonist, 5- HT2A'ya zayıf parsiyel agonist/ antagonist, 5-HT2B, 5-HT6 ve 5- HT7'ye antagonist olarak bağlanır. Bu kombinasyon, negatif semptomların ve bilişsel işlev bozukluklarının iyileştirilmesine katkı sağlayabileceği gibi kardiyak güvenliği de destekler. Ayrıca SERT ve α4β2 nikotinik reseptörlere orta derecede afinite gösterirken histaminerjik,

skor tablosu

adrenerjik ve muskarinik reseptörlere düşük bağlanma eğilimi nedeniyle sedasyon ve metabolik yan etkiler sınırlıdır.

İÇİNDEKİLER
  • Bipolar Depresyona Dair Güncel Gelişmeler: Prof. Dr. Mehmet Çağdaş Eker Röportajı
  • Gebelikte SSRI'lar Üzerine Güncel Tartışmalar
  • Glukagon Benzeri Peptid 1 (GLP-1)
  • Tedaviye Dirençli Depresyon İçin Eskatemin
  • Brekspiprazolün Çocuk- Ergenlerde Kullanımı

Bu reseptör profili, brilaroxazine'i geniş etki spektrumlu, tolere edilebilir bir antipsikotik adayı olarak öne çıkarmaktadır. Son yayımlanan açık etiketli uzatma çalışması (Open-Label Extension, OLE), Brilaroxazine'in uzun vadeli etkinliğini ve güvenliğini değerlendirmek açısından önemli bulgular ortaya koymuştur. Çalışmaya katılan hastalarda, Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS) toplam puanlarında anlamlı bir iyileşme gözlenmiş; ayrıca depresif semptomlarda ve genel işlevsellikte de belirgin düzelmeler rapor edilmiştir.Bu bulgular, ilacın yalnızca psikotik semptomları değil, aynı zamanda eşlik eden affektif belirtileri de hedefleyebileceğini göstermektedir.En dikkat çekici bulgular Brilaroxazine'in yan etki profili ile ilgilidir. Klinik çalışmalarda minimal kilo alımı gözlenmiş, sedasyon ve ekstrapiramidal semptomlarla ilişkilendirilmemiştir. Bu durum, özellikle uzun süreli tedavi gerektiren şizofreni gibi kronik hastalıklarda hasta uyumunu artırabilecek bir avantaj olarak değerlendirilmektedir. Ayrıca, QTc uzaması gibi kardiyak güvenlik parametrelerinde de olumsuz bir etki gözlenmemiştir. Bu özellikleriyle Brilaroxazine, hem etkinlik hem de tolerabilite açısından dengeli bir profil sunmaktadır. İlacın klinik gelişim süreci, FDA ile yapılacak “End-of- Phase 3” toplantısıyla belirlenecektir. Bu görüşme, Brilaroxazine'in ruhsat başvurusu için temel belirleyici olacaktır. Eğer onay süreci başarıyla tamamlanırsa, ilaç yalnızca şizofreni değil, aynı zamanda bipolar bozukluk, majör depresif bozukluk ve dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (ADHD) gibi diğer psikiyatrik durumlar için de yeni tedavi olanakları sunabilir. Özellikle düşük yan etki profiline sahip olması, tedaviye dirençli olgularda alternatif bir seçenek sunma potansiyelini arttırmaktadır.

Dr. Gözde Çolak
DOI: 10.1007/asdere_55214_2023_416

Onfasprodil, Tedaviye Dirençli Depresyonda Umut Vaadediyor

Tedaviye dirençli depresyon (TRD), en az iki antidepresan tedaviye yanıt alınamamasıyla tanımlanır ve depresyon hastalarının yaklaşık üçte birinde görülür. Bu hasta grubunda etkili, hızlı ve güvenli tedavi seçeneklerine olan ihtiyaç devam etmektedir.

The Journal of Clinical Psychiatry'de yayımlanan çok merkezli faz 2, randomize, plasebo kontrollü çalışmada, yeni bir NMDA NR2B alt ünite antagonisti olan onfasprodil (MIJ821)'in etkinliği araştırıldı. Çalışmaya 70 hasta dahil edildi ve onfasprodil farklı doz ve sıklıklarda, ketamin ya da plasebo ile karşılaştırıldı. Sonuçlar, onfasprodilin 24 saat içinde anlamlı depresyon belirtileri iyileşmesi sağladığını ve bu etkinin özellikle düşük doz (0.16 mg/ kg, iki haftada bir) uygulanan grupta 6. haftaya kadar sürdüğünü gösterdi. Montgomery-Asberg Depresyon Derecelendirme Ölçeği (MADRS) skorlarında plaseboya kıyasla 5–8 puanlık bir iyileşme sağlandı. Bu düzey, klinik olarak anlamlı kabul edilen bir farktır. Ketamin ile karşılaştırıldığında onfasprodil benzer etkinlik gösterdi ancak daha düşük oranda dissosiyatif yan etki oluşturdu. En sık bildirilen yan etkiler baş dönmesi, geçici amnezi ve uyku hali oldu. Çoğu yan etki hafif şiddetteydi ve birkaç saat içinde kendiliğinden düzeldi. Ciddi yan etkiler nadirdi ve çalışmayla doğrudan ilişkilendirilmedi. Bu sonuçlar, onfasprodilin TRD tedavisinde hızlı etkili ve iyi tolere edilen bir seçenek olabileceğini düşündürmekle birlikte, bulguların daha geniş çaplı çalışmalarla doğrulanması gerekmektedir. Bu erken dönem bulgular, TRD için mevcut tedavi seçeneklerinin ötesinde yeni bir umut ışığı sunmaktadır.
Dr. Gözde Çolak
DOI: 10.1177/0271678X231156981

Sayfa 2

Editörden...

Prof. Dr. Ali Saffet Gönül

Sevgili Meslektaşlarımız, Klinik Psikofarmakoloji bülteninin ikinci sayısı ile yine karşınızdayız. Psikiyatri ve farmakolojinin kesiştiği alanlarda yeni haberler içeren bir sayı hazırlamaya çalıştık. Sadece son 2 ayda bile o kadar heyecan verici gelişmeler oldu ki, hangilerinin haberlerini sizler ile paylaşmamız gerektiğine karar vermekte zorlandık.

Amerikan Psikiyatri Birliği'nin DSM sistemini, eksiklikleri ve hatalı yaklaşımları nedeniyle her ne kadar eleştirsek de, klinikte tanı için (kodları ICD sistemi ile yazsak bile) pratik olması nedeni ile yaygın olarak kullanmaya devam ediyoruz. Kısa dönemde DSM ile bilimsel ve popülerlik anlamında rekabet edebilecek alternatif başka bir sistem de ufukta görülmemektedir. NIMH'in (National Institude of Menthal Health) önerdiği RDoC (Resarch Domain Criterai) pratik olmaması nedeniyle araştırmalarda bile yaygın kullanılamamaktadır. Bu arada DSM'nin altıncı versiyonu üzerinde yeni öneriler ortaya çıkmaya başlamıştır. En çok öneri tanı geçişkenliği ve alt tipleme alanında gelmektedir. Her iki alanda önerilerin geliştirilmesinde makine öğrenmesi ile yapılan çalışmalar lokomotif olmaktadır.

Alt tiplemede öne çıkan bir diğer hastalık ise majör depresif bozukluktur. Daha önceki fenomenolojiye dayalı tiplemeden farklı olarak biyolojik kökeni olan inflamasyon ile ilgili parametrelere dayalı çalışmalar (IL-6, TNF ve CRP) öne çıkmaya başlamıştır.

İmmün sistem ile depresyon arasındaki ilişki uzun zamandır klinisyenlerin dikkatini çekmektedir. Akut enfeksiyon geçiren kişilerde geçici olarak depresyon benzeri belirtiler izlenirken, kronik otoimmün hastalıklarına sahip kişilerde ise hastalık belirtilerinden bağımsız yüksek oranlarda depresyon izlenmektedir.

INF-α alan hastaların yaklaşık %25-50'si depresyon geçirirken deneysel ortamlarda immün parametreleri yükseltilen hayvanlarda ödül sisteminde körleşme izlenmektedir. İnsan çalışmalarında ise özellikle CRP ile ödül sistemi arasında negatif bir ilişki tespit edilmiştir.

Yapılan geniş ölçekli çalışmalarda depresyon hastalarının yaklaşık %25- 30'undaki immün parametrelerinde (CRP > 3mg/L – düşük şiddette inflamasyon) artış izlenmiştir. Bu grup içindeki hastaların serotonerjik antidepresanlara olan cevaplarının diğer hastalardan daha kötü olduğu, ama tedaviye noradrenerjik ve dopaminerjik ilaçlar eklendiğinde iyi sonuçlar alındığı görülmüştür. Aynı grup hastada anhedoni ve nörovejatatif belirtiler daha sık görülmektedir. Hastaların yüksek BMI (lipid perokidasyonu) ve düşük fiziksel hareketi inflamatuar süreçlere katkı yaptığı düşünülmektedir. Çocukluk çağında travma öyküsü olan hastalarda bu belirteçlerin düzeylerinin daha yüksek olması ve yüksek belirteçlere sahip kişilerin tedaviye daha yüksek oranlarda direnç göstermesi de ayrıca dikkat çekicidir.

Anti-inflamatuar ve anti-sitokin kullanımı otoimmün sistem hastalarında ana hastalık belirtisinden bağımsız olarak depresyon belirtilerinde azalmaya neden olmaktadır. Primer depresyon hastalarında ise sonuçlar net olmamak ile beraber, CRP > 3mg/L olan hastalarda anti-inflamatuar ve anti-sitokin kullanımında pozitif etkileri bildirilmiştir.

Sonuç olarak, depresyon hastalarının 1/4 ‘ü ve tedaviye dirençli depresyon hastalarının ise daha yüksek bir oranı immün belirleyiciler açısından diğer hastalardan farklı bir profil göstermektedirler. Patofizyoloji açısından bir ayrıma işaret eden bu durumun bir sonraki DSM'de depresyon alt tipleri içerisinde farklı bir tanı belirticisi (specifier) olarak ayrılması kişiye özel tedavilerin geliştirilmesi açısından da önemli bir gelişme olacaktır.

Saygılarımla,

Ali Saffet Gönül İmza
Psikofarmakoloji Bülteni Künyesi
Editöryel Danışma Kurulu
  • Prof. Dr. M. Kemal SAYAR
  • Prof. Dr. Mesut ÇETİN
  • Prof. Dr. Feyza ARICIOĞLU
Editör
  • Prof. Dr. Ali Saffet Gönül
Yardımcı Editör
  • Dr. Gözde Çolak
Dizayn
  • Yiğit Erdoğan
Erenkoy Mah. Yakutlar Sok.
No:14/15 Kadıköy İstanbul 34738
psychopharmaupdate@gmail.com
Bu bülten Psikofarmakoloji Derneği'nin ücretsiz eğitim faaliyetleri kapsamında psikiyatri profesyonelleri için hazırlanmıştır.
Bültenin içeriği ilaç endüstrisinden bağımsızdır.
Sayfa 3

BİPOLAR DEPRESYONA DAİR GÜNCEL GELİŞMELER:

PROF. DR. MEHMET ÇAĞDAŞ EKER İLE GÖRÜŞME

Dr. Özgür Değirmenci

Dr. Özgür Değirmenci fotoğrafı

Bipolar Duygulanım Bozukluğunda hastalık yükünün en büyük kısmını depresif dönemler oluşturmaktadır. Hastalık süresinin yaklaşık üçte ikisi bu dönemlerle geçmektedir. Ayrıca, atak dönemleri dışında da kronik ve eşik altı depresif belirtiler sık görülmektedir. Bipolar depresyonun tedavisi güçtür ve mevcut tedavi kılavuzlarında, manik ataklar ve koruma tedavisine kıyasla daha sınırlı öneriler bulunmaktadır. Bu konularla birlikte ülkemizde yeni kullanıma giren ilaçlar ve güncel gelişmelere dair Prof. Dr. Mehmet Çağdaş Eker ile görüşme yapma fırsatımız oldu ve fikirlerini sorduk.

ÖD: Birçok bipolar depresyon hastasının başlangıçta unipolar depresyon, tedaviye dirençli depresyon tanılarıyla izlenmiş olduğu görüyoruz. Özellikle ayırıcı tanı sürecinde hangi klinik ipuçları ya da öykü detayları tanıyı netleştirmede belirleyici olabilir?

Depresyon dönemindeki başvuru bipolar bozukluk öyküsü sorgulanmadığında yanlışlıkla unipolar (majör) depresyon tanısı konulmasına yol açar.

MÇE: Bipolar Bozukluk genellikle depresyonların hâkim olduğu bir rahatsızlıktır. Bu nedenle hastalar sıklıkla depresyon dönemlerinde doktora başvurur. Bunun yanında, hastalarımız taşkınlık, yani mani, dönemlerini hastalık olarak görmediklerinden bizlere anlatmazlar. Depresyon döneminde bipolar bozukluktan şüphelenmek için üç özellik seçecek olsaydım birinci sıraya uyku ihtiyacında artışı koyardım. Kişinin doğum sonrasında depresyon veya başka bir ruhsal rahatsızlık geçirmesi ve ailede bipolar bozukluk öyküsü bulunması da diğer özellikler olurdu.

ÖD: DSM-5 sınıflandırmasına göre karma özellikli depresyon hem unipolar hem de bipolar çerçevede tanımlanıyor. Sizce unipolar depresyonda karma belirtilerin tanımlanması gerçek klinik popülasyonla ne kadar örtüşüyor?

MÇE: Karma özellikli depresyonun da bipolar spektrum içinde yer aldığını ve bipolar bozukluk gibi tedavi edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ancak karma özellikli depresyon tanısı için gerekli mani ölçütleri arasında irritabilite, psikomotor ajitasyon ve distraktibilite yer almamaktadır. Bu durum, karma özellikli depresyon tanısını koymada ve bipolar spektrumu tanımakta zorluk yaratmaktadır.

Prof. Dr. Mehmet Çağdaş Eker

ÖD: Birçok tedavi kılavuzu, bipolar depresyonun birinci basamak tedavisinde lityum, lamotrijin, ketiapin ve lurasidon gibi ajanları önermekte. Sizin klinik pratiğinizde tercih yaparken belirleyici olan faktörler neler oluyor?

MÇE: Bipolar bozukluk akut dönemini tedavi ederken uzun dönemli ilaç kullanımını düşünerek plan yapmalıyız. Tedavinin depresyonu hızlı bir şekilde iyileştirmesini beklerken aynı zamanda yan etkiler ve etkinlik açısından sürdürülebilir olması gerekiyor. Ketiyapin, lurasidon ve lityum hızlı etkinlik göstermesi yönünden öne çıkarken lamotrijin yan etkilerin nadir görülmesi ile tedavi uyumunu artırması açısından tercih ediliyor. İlaç seçiminde depresyonun şiddeti ve klinik belirtiler yanında geçmiş öyküsü de belirleyici olacaktır. Örneğin intihar düşünceleri veya geçmişte intihar girişimleri bulunan bir hastaya öncelikle lityum verilebilecekken hafif şiddette bir depresyonu olan, kadın bir hastada lamotrijin ilk seçenek olabilir.

ÖD: Lityum uzun süredir bipolar bozukluk tedavisinde hem depresif dönemlerde hem de idame döneminde etkili bir ajan olarak kabul ediliyor. Sizce lityumun bipolar depresyon tedavisindeki etkinliği güncel bilgiler ışığında nasıl değerlendirirsiniz?

MÇE: Lityum öksüz bir ilaç. İlaç araştırması yapmak milyon dolarları bulan bir maliyete sahip ve lityum ilaç endüstrisi tarafından desteklenmediği için lityumla ilgili çalışma bulmak kolay değil. Öte yandan gerek eski çalışmalar gerekse klinik gözlem lityumun pek çok hastada işe yaradığını gösteriyor. Lityum serum düzeyi terapötik aralığa oturduktan sonra 2-3 hafta içinde etkisini göstermeye başlıyor. Hızlı etkisi diğer ilaçlardan ayrışıyor. Öte yandan, lityum serum düzeyi takibindeki zorluklar ve ilaç uyumundaki sorunlar risk yarattığından kullanımı kısıtlıyor. Aynı gün içinde lityum sonucu alınabilecek bir laboratuvar imkanı varsa ve hastanın kliniği lityum kullanmaya uygunsa lityum kullanımının hayat kurtarıcı olduğunu söyleyebilirim

ÖD: Lurasidon'un ülkemizde yeni kullanıma girmesiyle birlikte, bipolar depresyon tedavisindeki yeri daha fazla konuşulmaya başlandı. Sizce mevcut veriler ışığında, lurasidon bipolar depresyon tedavisinde ne ölçüde etkili olabilir? Kendi pratiğinizde nasıl yaklaşıyorsunuz?

MÇE: Lurasidon bipolar depresyonda onay almasına karşın henüz geri ödemeye girmediği* için yaygın bir kullanım alanı bulamadı. Gerek hızlı etki başlangıcı gerekse esnek dozlama seçeneği ile lurasidonun önemli bir boşluğu doldurmasını bekliyorum. Lurasidon kullanan hastalarda obsesyon ve anksiyete üzerinde de etkili olduğunu gözlemleme fırsatım oldu. Öte yandan, beklediğimden daha sık akatizi ve distoni ile karşılaştım. Karşılaştığım distoni vakalarında özellikle dilde büyüme dikkat çekiciydi ancak biperiden ile hızlı bir şekilde çözüldü. (*Lurasidon ülkemizde şizofreni (F20) tanısıyla geri ödemesi mevcut olup bipolar bozukluk (F31) ile geri ödemesi yoktur)

Sayfa 4

ÖD: Olanzapin ve fluoksetin kombinasyonu, özellikle tedaviye dirençli vakalar ve bipolar depresyon için önemli bir kombinasyon olarak öne çıkıyor. Birçok araştırmada etkinliği gösterilmiş. Bu kombinasyonun bipolar depresyondaki yeri hakkında görüşünüz nedir?

MÇE: Olanzapin fluoksetin kombinasyonun olanzapinin farklı bir antidepresanla kombinasyonundan farklı olduğunu düşünmüyorum. Bu kombinasyonun çıkış nedeninin her ikisinin de aynı firma tarafından üretilmesi olduğunu tahmin ediyorum. Kaldı ki, OFC ile yürütülen karşılaştırma çalışmalarında 1) olanzapinin diğer antidepresanlarla kombinasyonun karşılaştırması veya 2) lityum ile antidepresan kombinasyonlarıyla karşılaştırması veya 3) diğer antipsikotiklerle fluoksetin dahil başka antidepresanların karşılaştırılmasına ait veriler ya yok ya da çok sınırlı. Bu yönüyle OFC'nin özellikle tercih edilmesi için yeterli bilimsel dayanak olmadığını ancak klinik deneyim biriktikçe daha sağlıklı bir görüş belirtebileceğimi söyleyebilirim.

ÖD: Bipolar depresyon tedavisinde, özellikle tedaviye dirençli durumlarda antidepresan kullandığımız birçok olgu oluyor. Tedavi kılavuzları bu yaklaşımı dikkatli olmak şartıyla makul görüyor. Bu konudaki uygulamalarınızdan bahsedebilir misiniz? Ayrıca manik kayma riski açısından daha güvenli kabul edilen antidepresanlar var mıdır?

MÇE: Antidepresan tercihi sınırlayan başlıca sorun antidepresanların bipolar depresyonda yeterince etki göstermemesi ve polifarmasiye yol açması. Manik kayma riski ise sıklıkla %20'nin altında kalıyor.

Sistemli gözden geçirme ve meta- analizlerde özellikle antikolinerjik etkileri olan ve geniş reseptör profiline sahip ajanların daha riskli olduğu yönünde bir eğilim var. Bipolar depresyonda antidepresan başlamadan önce geçmiş mani öykülerinin nasıl başladığı, yakın zamanda mani döneminin varlığı ve karma belirtilerin sorgulanmasını öneririm.

ÖD: Bipolar depresyonun özellikle ağır, psikotik, katatonik ve/veya tedaviye dirençli seyrettiği durumlarda elektrokonvülsif terapi (EKT) önemli bir seçenek. Klinik deneyiminize göre EKT hangi hasta profillerinde fayda sağlıyor ve bu yönteme karar verirken hangi kriterleri göz önünde bulunduruyorsunuz? Nöbet süresi ve seans sıklığı hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

MÇE: Maalesef EKT'nin hangi hastalarda işe yarayacağını bilmenin kesin bir yolu yok ancak bazı işaretler var. Örneğin, melankolik depresyonlarda veya anhedoninin belirgin olduğu depresyonlarda daha çok işe yaradığına ilişkin veriler mevcut. Bunların yanında katatoni veya ağır psikomotor yavaşlamanın olduğu depresyonlarda işe yaradığını görüyoruz. Nöbet süresinin EEG ile izlenmesi gerekiyor ancak bazen teknik sorunlar nedeniyle bu mümkün olmuyor. EEG ile nöbet süresinin en az 20 saniye olması gerekli, 15 saniyenin altındaki nöbetlerde ise aynı seansta tekrar uygulama yapılması öneriliyor. Seans sıklığı ağır hastalarda haftada üç ile başlanıp sonrasında haftada ikiye düşürülebilir. Ağır malign katatoni tablolarında ise ilk üç seansın üç ardışık günde yapılması önerilmekte.

ÖD: Ketamin ve esketamin, hızlı etkili antidepresan etkileriyle son yıllarda dikkat çeken tedavi alternatifleri arasında yer almakta. Bipolar depresyonda bu ilaçların yeri hakkında ne düşünüyorsunuz?

MÇE: Ketamin ve esketamin hızlı ve antisuisidal etkisi ile öne çıktığını görüyoruz. Ancak pek çok dirençli olguda EKT'den bir önceki seçenek olarak değerlendiriliyor. Bu durum, kronikleşmiş ve tedavisi zor olan hastalarda denenmesi anlamına geliyor. Bu kadar zor vakalarda pek çok tedaviye yanıt alınamadığı gibi ketamin ve esketamine de yanıt almak kolay olmuyor. Daha erken evrede bu tedavilerin denenmesinin tedavi başarısını artıracağını düşünüyorum.

ÖD: Bipolar Bozuklukta Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) sıklıkla eşlik edebiliyor. Hangi durumlarda DEHB'ye yönelik tedavileri başlamayı uygun buluyorsunuz?

MÇE: Bipolar bozukluk hastalarında DEHB eş tanısı sık görülen bir durum ve sıklıkla tedaviyi gerektirecek kadar ağır bir tablo ile seyrediyor. Eğer sık mani atakları yaşamıyorsa, psikotik belirtiler eşlik etmiyorsa ve ilaç uyumu kötü değilse ağır DEHB eştanısı biyolojik ritmin bozulması, madde kullanımı, ilaç uyumu gibi ek sorunlara neden olduğundan tedavi edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Öte yandan, hastanın belirli koşulları yerine getirmesi gerekiyor. Öncelikle hastanın uyku düzenine tam uyumu gerekli, hastanın en geç saat 23.00 da uyuması gerekiyor. Kafein kötüye kullanımı DEHB'ye eşlik eden önemli bir sorun olduğunu görüyoruz. Günde iki birim kahve veya eşdeğeri kullanım ile sınırlamayı ve öğlen 12'den sonra kafein tüketimini sonlandırmayı istiyorum. Düzenli egzersiz hem DEHB hem de bipolar bozukluk için en çok önerilen yaşam düzenlemesi olduğundan mutlaka spor yapmalarını istiyorum. Tüm bu koşullara uyum sağlaması karşılığında metilfenidat veya atomoksetin tedavisine başlayabiliyorum ve yakından izliyorum.

Sayfa 5

GEBELİKTE SSRI'LAR ÜZERİNE GÜNCEL TARTIŞMALAR:

FDA PANELİ VE UZMAN GÖRÜŞLERİ

Dr. İrem Erbaş

Dr. İrem Erbaş fotoğrafı

21 Temmuz 2025'te ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), gebelikte seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI) kullanımına ilişkin olası etiket değişikliklerini değerlendirmek üzere alanında tanınmış klinisyenler, araştırmacılar ve sağlık politikası belirleyicilerinin katıldığı bir uzman paneli düzenledi. Panel, serotonin sisteminin fetal gelişimdeki rolü, SSRI maruziyetinin olası kısa ve uzun vadeli sonuçları ve gebelikte depresyon tedavisinde risk–yarar dengesinin nasıl kurulması gerektiği gibi kritik konuları masaya yatırdı. Panelin amacı, bilimsel kanıtları gözden geçirmek ve hem klinisyenleri hem de halkı bilgilendirecek şekilde mevcut uyarıların kapsamını tartışmaktı. Ancak, toplantının ardından perinatal psikiyatri ve obstetri alanındaki pek çok uzman, panelin riskleri vurgularken tedavi edilmeyen depresyonun ciddi sonuçlarını yeterince dikkate almadığını ve bilimsel dengeyi zedeleyebilecek tek taraflı bir sunum izlenimi verdiğini dile getirdi.

Panelde Vurgulananlar

Johns Hopkins Üniversitesi cerrahi profesörü ve FDA lideri Dr. Marty Makary, SSRI'ların gebelikte kullanımına yönelik risklerin yalnızca ilaç üzerinden değil, daha geniş bir çerçevede (sağlıklı yaşam tarzı, sosyal destek ve doğal ışık gibi faktörlerle birlikte) değerlendirilmesi gerektiğini vurguladı. Montréal Üniversitesi'nde farmakoepidemiyoloji alanında çalışan Dr. Anick Bérard, özellikle paroksetin ve fluoksetin kullanımının bazı olumsuz gebelik sonuçlarıyla ilişkili olduğunu, ancak risklerin mutlak düzeyde değerlendirilmesi gerektiğini ifade etti. Columbia Üniversitesi'nden gelişim nörobiyoloğu Dr. Jay Gingrich, SSRI maruziyetinin bebek beyninde duygusal işlemleme bölgelerinde değişikliklere yol açabileceğini, bu nedenle fetal beyin gelişimine ilişkin uyarıların ilaç etiketlerinde yer alması gerektiğini savundu. MetroWest Medical Center'da maternal-fetal tıp şefi olan Dr. Adam Urato, SSRI kullanımının kız çocuklarda ergenlik döneminde ortaya çıkabilecek nörolojik sorun riskini artırabileceğine dikkat çekerek, toplumun daha iyi bilgilendirilmesini talep etti.

Psikofarmakoloji alanında eleştirel çalışmalarıyla bilinen Dr. David Healy, SSRI'ların şiddetli depresyonda bile etkinliğine dair kanıtların zayıf olduğunu ve ilaçların bırakılmasının uzun süren çekilme sendromlarına yol açabileceğini belirtti. Klinik psikolog Dr. Roger McFillin ise SSRI'ların sınırlı etkinliklerine ve ciddi yan etkilere dikkat çekerek, yaşam tarzı müdahaleleri ile terapötik yöntemlerin önemini öne çıkardı.

FDA'da daha önce görev yapmış bir psikiyatrist, TaperClinic kurucusu Dr. Josef Witt-Doerring, SSRI çekilme semptomlarının hafife alındığını ve hastaların bilgilendirilmesinde ciddi eksikler bulunduğunu dile getirdi. Florida Üniversitesi'nde hem obstetri hem psikiyatri alanında çalışan Dr. Kay Roussos-Ross, tedavi edilmeyen depresyonun gebelikte preeklampsi ve erken doğum gibi ciddi komplikasyonlara yol açabileceğini, bu nedenle SSRI'ların bazı hastalarda hayat kurtarıcı olabileceğini vurguladı. Son olarak, University College London'dan Dr. Joanna Moncrieff, antidepresanların etkinliğinin sınırlı olduğunu, depresyonun birçok durumda kendiliğinden düzeldiğini ve her hasta için risk–yarar dengesinin titizlikle yapılması gerektiğini savundu. panelin üreme psikiyatrisi alanında doğrudan deneyimli uzman sayısının az olmasını eleştirdi.

Panel Sonrası Uzman Tepkileri

American College of Obstetricians and Gynecologists (ACOG) ve American Psychological Association (APA) panelin riskleri ön plana çıkarırken tedavisiz depresyonun kanıtlanmış zararlarını yeterince vurgulamadığını belirtti. Massachusetts General Hospital Center for Women's Mental Health, Perinatal psikiyatrist Dr. Sunny Patel, panelin kamuoyunda korku ve yanlış bilgiye yol açabilecek şekilde sunulduğunu ifade etti. National Center for Reproductive Psychiatry (NCRP) güncel verilerin prenatal SSRI maruziyeti ile doğumsal anomaliler ya da otizm spektrum nedensel ilişki göstermediğini belirtti.

Sonuç

Panelde sunulan görüşler, bir yandan SSRI'ların olası konjenital ve nörogelişimsel risklerine dikkat çekerken, diğer yandan tedavisiz depresyonun maternal ve perinatal sonuçlarının da göz ardı edilemeyeceğini ortaya koydu. Klinik düzeyde bakıldığında, SSRI'lar bazı olgularda yaşam kurtarıcı nitelikte olabilirken, hafif veya orta düzey depresyon vakalarında non- farmakolojik yaklaşımlar daha güvenli bir ilk seçenek olarak düşünülebilir. Bu durum, tedavi planının bireysel risk profili, hastalık şiddeti, gebeliğin evresi ve hastanın tercihleri göz önünde bulundurularak yapılması gerektiğini göstermektedir. Etik açıdan ise, hasta otonomisi, zarar vermeme ve yararlılık ilkeleri arasında hassas bir denge kurulmalıdır.

Panelde sunulan görüşler, bir yandan SSRI'ların olası konjenital ve nörogelişimsel risklerine dikkat çekerken, diğer yandan tedavisiz depresyonun maternal ve perinatal sonuçlarının da göz ardı edilemeyeceğini ortaya koymuştur.

Hastaların doğru, şeffaf ve dengeli bilgiye erişimi, bilinçli onam sürecinin ayrılmaz bir parçasıdır. Panel sonrası gelen eleştiriler, özellikle obstetri ve perinatal psikiyatri uzmanlarının yeterince temsil edilmemesi ve risklerin tek taraflı şekilde vurgulanması üzerinde yoğunlaşmıştır. ACOG, APA ve MGH Center for Women's Mental Health gibi kurumların tepkileri, bilimsel tartışmalarda alan uzmanlığının ve disiplinlerarası perspektifin önemini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, gelecekteki benzer değerlendirmelerde daha dengeli ve kapsayıcı bir panel bileşiminin oluşturulması büyük önem taşımaktadır.

Araştırma cephesinde ise halen ciddi bilgi boşlukları bulunmaktadır. SSRI maruziyetinin uzun vadeli nörogelişimsel sonuçlarına dair bulgular tutarsız olup, daha geniş örneklemli ve uzunlamasına çalışmalara ihtiyaç vardır. Aynı şekilde, tedavisiz depresyonun maternal ve perinatal risklerini daha iyi ortaya koyacak kontrollü araştırmalar da klinik karar vermeyi kolaylaştıracaktır. Sonuç olarak, gebelikte SSRI kullanımı konusunda tek tip bir yaklaşımın mümkün olmadığı açıktır. Karar verme süreci, mevcut bilimsel kanıtların ışığında kişiselleştirilmiş olmalı; klinisyenler, araştırmacılar ve sağlık politikası belirleyicileri arasında şeffaf ve disiplinlerarası bir işbirliği ile yürütülmelidir.

Bu bağlamda, hem anne sağlığını hem de fetal gelişimi koruyan, aynı zamanda toplumsal güveni artıran bir risk iletişimi stratejisi geliştirmek, önümüzdeki sürecin en önemli hedeflerinden biri olmalıdır.

Sayfa 6

Glukagon Benzeri Peptid 1 (GLP-1):

Bağımlılık Alanındaki Etkileri

Dr. İbrahim Sungur

Dr. İbrahim Sungur fotoğrafı

GLP-1 Nedir?

21 Temmuz 2025'te ABD Gıda ve Glukagon benzeri peptid 1 (GLP-1), gastrointestinal sistem boyunca salgılanan bir inkretin hormondur. Glukoz metabolizması, tokluk hissi ve enerji dengesi için hayati bir rol oynar.Metabolik fonksiyonlarının yanında, merkezi sinir sistemindeki (MSS) etkisi hakkında ortaya çıkan çalışmalarla beraber, bağımlılık tedavisi için umut verici bir molekül olarak karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar GLP-1 reseptörlerinin büyük bir kısmı gastrointestinal sistemde bulunsa da, kaslar, yağ dokusu, kemik gibi çeşitli insan dokularında ve pankreas, böbrek, akciğer, kalp ve beyin gibi organlarda bu reseptörler bulunaktadır. Bu reseptörler gastrointestinal etkilerinin yanında çeşitli kardiyovasküler ve nörolojik fonksiyonlar gibi birçok fizyolojik süreci düzenlemektedir.

GLP-1 Reseptör Agonistlerinin (GLP-1RA) Mevcut Kullanım Alanları

GLP-1 reseptör agonistlerinin (GLP-1RAs) tip 2 diyabet, kardiyovasküler hastalıkları ve obezitedeki terapötik potansiyeli ve etkisi literatürde tanımlanmıştır. Halihazırda onaylanmış GLP-1RA'lar arasında albiglutid, dulaglutid, ekzenatid (ve uzatılmış salınımlı formu), liraglutid, liksisenatid ve semaglutid bulunmaktadır. Özellikle semaglutid gibi yeni ajanlar, diyabeti olmayan bireylerde dahi belirgin kilo kaybı sağlama etkisiyle dikkat çekmektedir.

GLP-1'in Beyindeki Rolü

GLP-1 ve benzerleri kan-beyin bariyerini geçebilir ve aynı zamanda hipotalamik çekirdekler, nucleus tractus solitarius (NTS) ve kaudal beyin sapı gibi bazı beyin bölgelerinde endojen olarak da sentezlenmektedir.

GLP-1R'ler, ödül ve motivasyon devrelerinde rol oynayan kaudat, putamen, globus pallidus, hipotalamus, amigdala, hipokampus ve ventral tegmental alan (VTA) gibi beyin bölgelerinde yer almaktadır.

Merkezi sinir sisteminde GLP-1'in mitokondriyal fonksiyon, sinaptik plastisite ve nöroenflamasyon yolları üzerinde etkili olduğu gösterilmiştir; bu da nöroprotektif (sinir koruyucu) etkiler yaratmasına olanak tanımaktadır. Bu mekanizmalar Parkinson ve Alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıkların tedavisinde GLP-1RA'ların araştırılmasına yol açmıştır.

GLP-1 ve Bağımlılık

Özellikle son dönemde yapılan preklinik ve klinik çalışmalar, GLP-1'in bağımlılığın nörobiyolojisinde merkezi bir rol oynayan mezolimbik ödül sistemini de düzenlediğini ortaya koymuştur. VTA ve nucleus accumbens'teki GLP-1R'ler, ödül, istek (craving) ve pekiştirme gibi dopamin aracılı davranışları etkilemektedir. Bu reseptörlerin aktivasyonu, alkol, nikotin, opioid, kokain ve amfetamin gibi bağımlılık yapan maddelerin neden olduğu davranışları azaltabilmektedir. Hayvan çalışmalarında GLP-1RA kullanımının alkol tüketimini azalttığı, madde arayışını engellediği ve yoksunluk belirtilerini hafiflettiği gösterilmiştir. Bu etkiler, hem hipotalamik iştah düzenleme devrelerinden hem de NTS'deki GLP-1 nöronlarının mezolimbik bölgelere yaptığı doğrudan projeksiyonlardan kaynaklanmaktadır. Tüm bu bulgular, GLP-1 reseptör agonistlerini madde kullanım bozukluklarının tedavisinde potansiyel ajanlar olarak öne çıkarmaktadır.

Alkol:
Büyük ölçekli gözlemsel çalışmalar da dahil olmak üzere birçok çalışmada, semaglutid veya liraglutid kullananların, alkolle ilişkili hastaneye yatış riskinin, anlamlı şekilde düşük olduğu görülmüştür. Semaglutid riski %36, liraglutid ise %28 oranında azaltmıştır.
Opioidler:
Preklinik çalışmalar, GLP-1RA'ların opioid kullanım bozukluğu modellerinde madde arayışı ve nüksü azalttığını göstermektedir.
Nikotin:
Hayvan ve erken insan çalışmaları, GLP-1RA'ların nikotin alımını, isteğini (craving) ve yoksunlukla ilişkili kilo artışını azalttığını göstermektedir.
Kokain:
Preklinik veriler, GLP-1RA'ların kokain arayış davranışlarını ve kokainin ödül etkilerini hafifleterek nüks riskini düşürebileceğini göstermektedir. GLP-1 reseptör agonistleri, özellikle alkol ve nikotin kullanım bozuklukları için umut vadeden tedaviler olarak öne çıkmaktadır. Bununla birlikte, mevcut verilerin büyük kısmı hayvan modellerine dayanmaktadır. İnsanlarda yapılan randomize kontrollü çalışmalar sınırlıdır ancak özellikle alkol ve nikotin için yürütülmektedir. Etkinlik ve güvenliği daha geniş popülasyonlarda doğrulamak için daha kapsamlı klinik çalışmalara ihtiyaç vardır.

Sayfa 7

TEDAVİYE DİRENÇLİ DEPRESYON İÇİN:

ESKETAMİN

Dr. Rahnuma Beheshti & Dr. Kaan Keskin

Dr. İbrahim Sungur fotoğrafı

Depresyonun Dünya Genelinde Yükü ve Tedavi Zorlukları

Dünya Sağlık Örgütü'ne göre, 2015 yılında depresyonun dünya genelinde prevalansı %4.4 olarak bildirilmiştir. Yani yaklaşık olarak dünya genelinde her 20 kişiden biri yaşamı boyunca depresyon tanısı almaktadır. Psikoterapiler ve seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI'lar) hastalar için birinci basamak tedavi olarak mevcut olsa da, depresyonu yönetmede kullanılan geleneksel yöntemlerin sınırlılıkları önemli zorluklar yaratmaktadır.SSRI'ların etkinliği için yaklaşık iki ila altı hafta gerektirir ve erken yan etkiler paradoksal olarak ajitasyon, anksiyete ve ilgisizlik hissine yol açabilir. SSRI/SNRI tedavisine rağmen remisyon oranı ortalama %30-40 civarındadır. Ayrıca, depresyon hastalarının neredeyse üçte biri tedaviye dirençlidir; yani iki farklı tedavi stratejisine yanıt vermeyen hastalardır. Yeni gelişmeler ise umut verici bir bakış açısı sunmaktadır; bunlardan biri, tedaviye dirençli depresyon yaşayan bireyler için yeni bir NMDA reseptör antagonisti olan esketaminin kullanımıdır.

Esketaminin Farmakolojik Özellikleri ve Klinik Etkileri

Esketamin, ketaminin rasemik karışımındaki S-enantiomeridir. Depresyon hastalarında, N-metil-D- aspartat (NMDA) reseptörlerinin işlevsiz ve aşırı aktif olması nedeniyle nöroplastisite azalabilir. Ketamin, bu reseptörleri bloke ederek glutamat salınımını ve sinyal iletiminin artışını sağlar; böylece duygudurum ve davranışlarda iyileşme gözlenir.

Esketamin (S-ketamin), ketamine göre iki kat daha güçlüdür ve NMDA reseptörlerine daha yüksek afiniteye sahiptir; bu da çok daha güçlü ve hızlı bir analjezik etki sağlar. Yakın zamanda International Journal of Neuropharmacology'de yayımlanan bir çalışmada, esketamin monoterapisinin plasebo kontrollü grupla karşılaştırıldığında istatistiksel olarak etkili olduğu bildirilmiştir. Olumlu değişiklikler, ilk dozdan sonraki 24 saat içinde gözlemlenmiş ve tedavi süresince bir aya kadar devam etmiştir. Aynı çalışmanın uzun vadeli sonuçlara odaklanan güvenlik ve etkinlik uzatmasında, araştırmacılar sürekli kullanımın bilişsel gerilemeye yol açtığına dair hiçbir kanıt bulamamıştır. Yanıtın zamanla nispeten korunduğu, yalnızca %5,3 oranındaki katılımcının esketaminin etkisiz olduğunu bildirerek çalışmadan çekildiği rapor edilmiştir. Bazı katılımcılarda ise skorlar gitgide daha da düşmüştür.

Esketamin öncesi ve sonrasında ortalama Montgomery-Asberg Depresyon Derecelendirme Ölçeği (MADRS) puanın azalmadığını, aynı zamanda hastaların çalışma boyunca daha düşük MADRS skorlarını sürdürebildiğini göstermiştir.

Güvenlik, Yan Etkiler ve Klinik Uygulama

Bulantı, dissosiasyon ve baş dönmesi, esketamin kullanan katılımcılar tarafından bildirilen en yaygın yan etkiler arasındadır. Kan basıncındaki artış, esketamin uygulamasından yaklaşık 40 dakika sonra zirveye ulaşır ve yaklaşık 4 saat boyunca devam eder.

Esketamin, şu anda önerilen tüm dozlarda sistolik kan basıncında ve/ veya diyastolik kan basıncında artışlara neden olur. Gerçek yaşam çalışmalarında artmış kan basıncı oranları %10,0 ile %14,0 arasında bildirilmiştir. İntranazal esketamin ile ilişkili geçici bir psikotik epizot bir olgu sunumunda bildirilmiştir. Ocak 2025'te esketaminin patentli burun spreyi olan Spravato, Amerika Birleşik Devletleri Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından tedaviye dirençli depresyon için monoterapi olarak onaylanmış ve böylece klinik açıdan büyük potansiyel göstermiş olan bu ilacın daha geniş erişim ve kullanımına kapı aralanmıştır.

Sayfa 8

Brekspiprazolün Çocuk-Ergenlerde Kullanımı

Güncel bir değerlendirme

Dr. İpek Aksakal

Dr. İbrahim Sungur fotoğrafı

Giriş

Breksipiprazol, atipik antipsikotikler sınıfına dahil bir ilaç olup, şizofreni, majör depresyon, Alzheimer demansında gelişen ajitasyon, diğer psikotik bozukluklar, travma sonrası stres bozukluğu ile çocuk ve ergenlerde görülen davranım sorunlarının tedavisinde kullanılabilmektedir.Erişkinlerde şizofreni ve majör depresif bozuklukta ek tedavi olarak ruhsatlandırılan breksipiprazol, aripiprazole benzer farmakodinamik özellikleriyle birlikte farklı dozaj ve yan etki profili sunmaktadır. Çocuk ve ergenlerde henüz ruhsatlandırılmamış olmakla birlikte bazı klinik çalışmalar mevcuttur.

Etki Mekanizması

Breksipiprazol, başta 5-HT2A reseptör blokajı olmak üzere, dopamin D2 ve serotonin 5-HT1A reseptörlerinde parsiyel agonist etkiler içermektedir. Ayrıca α1 ve α2 adrenerjik reseptör blokajı ile sedasyon ve antidepresan etkiler gözlemlenmekte, travma sonrası stres bozukluğu belirtilerinde de fayda sağlanabilmektedir. Bu profil, psikotik belirtileri hafifletmenin yanı sıra depresyon ve anksiyete semptomlarının kontrolüne destek sağlar. Aripiprazole göre D₂ reseptörlerinde daha düşük içsel aktiviteye sahip olması, yan etki riskinin azalmasına katkı sağlar.

Çocuk ve Ergenlerde Kullanım

PsikoFarmaBülten/Temmuz 2025/4 Breksipiprazol, başta 5-HT2A reseptör blokajı olmak üzere, dopamin D2 ve serotonin 5-HT1A reseptörlerinde parsiyel agonist etkiler içermektedir. Ayrıca α1 ve α2 adrenerjik reseptör blokajı ile sedasyon ve antidepresan etkiler gözlemlenmekte, travma sonrası stres bozukluğu belirtilerinde de fayda sağlanabilmektedir. Breksipiprazol, çocuk ve ergenlerde ruhsatlı olmamakla birlikte; klinik pratikte kullanımına rastlanmaktadır. Şizofreni, bipolar bozukluk, depresif bozukluk ve otizm spektrum bozukluğuna bağlı irritabilite gibi durumlarda klinik kullanımı araştırılmaktadır. Ancak, çocuk ve ergenlerde breksipiprazolün uzun dönem güvenliği ve etkileri ile ilgili veriler halen sınırlıdır. 13–17 yaş arası ergenlerde yapılan çok merkezli, randomize, çift kör, faz 3 çalışmada breksipiprazolün, şizofreni semptomlarını plaseboya kıyasla anlamlı oranda azalttığı ve genel tolerabilitesinin iyi olduğu gösterilmiştir. Ayrıca, 5–17 yaş arası çocuk ve ergenlerde otizm spektrum bozukluğuna bağlı irritabilite tedavisinde breksipiprazolün etkinliği ve güvenliği faz 3 çalışmalarla değerlendirilmiş ve potansiyel bir tedavi seçeneği olduğu bildirilmiştir.

5-HT7 reseptör blokajı ise bilişsel ve negatif belirtilerin hafifletilmesinde rol oynarken, dopamin D3 parsiyel agonizması antidepresan etkiyi ve negatif semptomların iyileşmesini desteklemektedir.

Breksipiprazolün ergenlerde uzun dönem güvenliği ve tolere edilebilirliğini değerlendiren açık etiketli bir çalışmada, 52 hafta sonunda ortalama kilo artışı 2,1 kg olarak saptanmıştır. Katılımcıların %18,6'sında vücut ağırlığında %7 ve üzerinde artış görülmüştür. Bu veriler, breksipiprazolün ergenlerde uzun süreli kullanımda kilo alımı ve metabolik etkiler açısından iyi tolere edildiğini göstermektedir. Ayrıca, metabolik yan etkilerinin risperidon ve olanzapine kıyasla daha hafif olabileceği düşünülmektedir.

Endikasyon

Yan Etkiler

Sedasyon, ortostatik hipotansiyon, kilo artışı ve akatizi sık gözlenen yan etkiler arasındadır. Akatizi doz arttıkça artmakla birlikte, aripiprazole kıyasla daha az görülmektedir. Açık etiketli çalışmalarda, hastalarda yıllık ortalama 2,1 kg kilo artışı bildirilmiş. Prolaktin düzeylerinde ise ılımlı yükselme %10 oranında olurken, klinik anlamlı prolaktin artışı %1 oranında rapor edilmiştir.

Breksipiprazol Başlamadan Önce ve İzlem

Breksipiprazol tedavisi öncesinde genel atipik antipsikotik (AAP) önerileri doğrultusunda hastanın beden kitle indeksi (BKİ), ek hastalık öyküsü, bel çevresi, kan basıncı (KB), açlık kan şekeri (AKŞ) ve lipid profili değerlendirilmelidir.

Sayfa 9

Doz Ayarlaması ve Kullanım

Breksipiprazol, 91 saatlik uzun yarı ömrü günlük tek doz kullanımına olanak verir ve tedavi uyumunu kolaylaştırır. Yemeklerle birlikte ya da ayrı alınması emilimini etkilemez. En yüksek plazma konsantrasyonuna ilacın alınmasından yaklaşık 4 saat sonra ulaşılırken, sabit durum konsantrasyonuna genellikle 10–12. günlerde erişilir.

İlacın oral biyoyararlanımı oldukça yüksektir (%95) ve plazma proteinlerine bağlanma oranı %99'dur. Breksipiprazol, başlıca CYP3A4 ve CYP2D6 enzimleri aracılığıyla metabolize olur. Klinik açıdan anlamlı ilaç etkileşimleri nadir olmakla birlikte, sadece CYP3A4 inhibitörüyle birlikte kullanıldığında doz yarıya indirilmeli, indükleyiciyle birlikte ise doz iki katına çıkarılmalıdır (maksimum 12 mg/ gün) ve bölünmüş doz önerilir.

Breksipiprazol Tedavisi Yeterli Gelmezse Neler Yapılabilir?

Breksiprazol tedavisinin yeterli olmadığı durumlarda, farklı atipik antipsikotiklere geçiş veya kombinasyon tedavileri değerlendirilebilir. Özellikle risperidon, olanzapin ve ketiapin gibi diğer atipik antipsikotiklerin kullanımı yaygındır. Kanıtlanmış doz sınırlarının üzerinde ilaç dozunun artırılması ise etkili bulunmamış ve önerilmemektedir. Tedaviye ek olarak valproat, lamotrijin, lityum veya benzodiazepin gibi güçlendirici ajanların kullanımı bazen tercih edilebilir.

Aripiprazol ile Farkları

Breksipiprazol, dopamin D1, D2 ve D4 reseptörlerine aripiprazolden daha yüksek; D3 reseptörüne ise daha düşük afinite göstermektedir. Ayrıca 5-HT2A reseptörlerine karşı daha güçlü bir antagonistik etkiye sahiptir. Bu farmakodinamik özellikler sayesinde breksipiprazol, aripiprazole kıyasla daha düşük oranda akatizi ve insomniaya yol açmakta, daha az aktivasyon profili sergilemektedir. İntrinsik aktivitesinin daha düşük olması da bu yan etkilerin azalmasında etkili olabilir. Öte yandan, 5-HT1A parsiyel agonist etkisinin daha güçlü olması sayesinde breksipiprazolün antidepresan ve anksiyolitik etkilerinin daha belirgin olduğu düşünülmektedir.

Tartışma ve Sonuç

Breksipiprazol, erişkinlerde etkinliği ve genellikle iyi tolere edilmesiyle önemli bir tedavi alternatifi sunar. Yan etki profili ve uzun yarı ömrü sayesinde özellikle tedaviye dirençli olgularda avantaj sağlar. Çocuk ve ergenlerde henüz ruhsatlandırılmamış olmasına rağmen erişkine benzer şekilde daha iyi tolere edildiği, sedasyon ve metabolik yan etkilerinin daha az olduğu bildirilmiştir. Antidepresan tedaviye ek olarak kullanımında, duygudurum, anksiyete ve ajitasyon belirtilerinde iyileşme sağladığına dair bulgular bulunmaktadır. Ancak bu etkilerin genellenebilirliğini değerlendirmek için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır.

Sayfa 10

Tedavi Etmek İçin Gerekli Hasta Sayısı (Number Need to Treat-NNT)

Prof.Dr. Ali Saffet Gönül

NNT, klinik araştırmalarda ve kanıta dayalı tıpta tedavi etkinliğini değerlendirmek için kullanılan önemli bir ölçüttür. Bir kontrol grubuna (genellikle plasebo veya standart tedavi) kıyasla ek bir hastanın yarar görmesi için müdahale uygulanması gereken ortalama hasta sayısını ifade eder. Daha basit bir ifade ile bir kişinin tedaviden fayda görmesi için, tedavinin kaç kişiye uygulanması gerektiğini belirtir. Matematiksel olarak, mutlak risk azalmasının (Absolute Risk Reduction, ARR) tersidir:

NNT=1/ARR
ARR=CER* - EER**

*CER (Control Event Rate): Kontrol grubunda (tedavi almayan ya da plasebo alan grup) olayın görülme oranı.
**EER (Experimental Event Rate): Deney grubunda (ilaç ya da tedavi uygulanan grup) olayın görülme oranı.

Örneğin, essitalopramı örnek gösterecek olur isek, plasebo grubunda %35 yanıt oranı gözlenirken, essitalopram grubunda bu oran %55 olabilir. Mutlak risk azalması (ARR) şu şekilde hesaplanır:
ARR=0,55−0,35=0,20

Buna göre NNT=1/ARR
1/0,20=5

Bu sonuç, essitalopram kullanan her 5 hastadan 1'inde, plaseboya göre ek bir klinik fayda sağlandığını göstermektedir. Başka bir deyişle, 5 hasta tedavi edildiğinde, yalnızca birinde tedaviye atfedilebilecek belirgin bir iyileşme görüldüğü anlamına gelebilmektedir.

NNT ve NNH Arasındaki Denge

Tedavinin yararlarını değerlendirirken NNT'nin yanı sıra Number Needed to Harm (NNH) da dikkate alınmalıdır. NNH,

tedaviye bağlı olarak bir hastada istenmeyen bir etkinin ortaya çıkması için tedavi edilmesi gereken hasta sayısını ifade eder. Klinik uygulamada NNT düşük, NNH ise yüksek olduğunda tedavinin fayda-risk dengesi olumlu kabul edilir. Tersine, düşük NNT ile birlikte düşük NNH varsa tedavi dikkatle tartılmalıdır. Bu karşılaştırma, özellikle psikiyatrik ilaçların reçetelenmesinde kritik bir önem taşır.
Sonuç
NNT, tedavi etkinliğini rakamsal olarak ifade eden ve klinik karar verme sürecinde yol gösterici olan dönemli bir parametredir. Ancak bu ölçüt, tek başına mutlak bir gerçeklik sunmaz; hasta özellikleri, klinik bağlam ve alternatif tedavi seçenekleriyle birlikte değerlendirilmelidir. Bu nedenle NNT, klinisyenlerin bilimsel kanıtları hastaya özgü koşullarla bütünleştirmesine yardımcı olan pratik ve güçlü bir araçtır.

icp-2026
PDF İndir